Tutuklu Şırnak Milletvekilimiz Faysal
Sarıyıldız’ın Meclis Genel Kurulu’na gönderdiği mektubu olduğu gibi
yayınlıyoruz….
Değerli Arkadaşlar....
Bedenlerimiz gibi sözcüklerimizin de esaret altında olduğu dört
duvar arasından, ülkenin giderek kötüleşen serüveni hakkında fikri beyanda
bulunacağım. Gücün en zirvesine doğru nefes nefese giden muktedirlerin her şeyi
mubah görmesi dünyanın en eski hikâyesidir. Yaşadığımız coğrafyada da iktidar
tutkunlarının yıllarca Kürde, Araba, Çerkeze, Yahudiye, Ermeniye, yoksula,
işçiye ve bir cümle ezilenlere karşı sergilediği tanımazlık ve hiçe sayma edası
bugün de tekerrür ediyor.
Çağdaş demokrasilerde görülen siyasal yozlaşma türlerinden birisi
de "iktidarın kişiselleşmesi" olgusudur. Yasama, yürütme ve yargının
giderek hükümet lehine evirildiği bu süreçlerde kuvvetler ayrılığı ilkesi
formel bir tanımdan öteye gidemiyor. Demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından
olan kuvvetler ayrılığı ilkesini elinin tersi ile iten AKP’nin ve Başbakan’ın
da bu sürece nasıl geldiğini ve iktidarı nasıl kişiselleştirdiğini
hatırlatmakta fayda var. İktidara gelmeden önce “”mazlum ve mağdur” gömleği
giyerek siyaset güden AKP Hükümeti’ne, 2002 yılında halk destek sunarak yönetme
gücünü verdi. İktidara geldikten sonra ülkenin önemli meselelerini sürekli
öteleme politikasına sarılan hükümet, kendisine yöneltilen eleştirilere de
“henüz bazı şeyleri çözmedik, zamanı değil” diyerek öteleme yolunu seçti. Ülkenin
temel sorunu olan Kürt sorunu, Alevi sorunu, türban sorununu yeni bir anayasa
yaparak kökten çözümünü, demokratikleşme
talebi ile birlikte ele almak yerine oyalama siyasetini tercih etti. Bu
konjoktürel bir tercih değil tamamen ideolojik bir tercihti. Dünün “mağduru”
bugünün mağruruydu artık. Ve her iktidarlaşan her siyasal yapı gibi AKP de
metamorfoza uğramıştı. Muktedirliğin zirvesine varan AKP, artık kendisine biat
etmeyen muhalif kesimleri ehlileştirmeye dönük siyasi, psikolojik ve gerçeği
manipüle etme amaçlı kara propaganda gibi her türlü yolu mübah görerek
tasfiyeye yöneldi. Bu biat kültürüne karşı çıkan Kürt siyasal hareketi de “KCK”
adı altında yürütülen siyasi soykırım operasyonlarının hedefi oldu.
Kürtleri siyaset sahnesinden silme ve tahakküm altına alma amaçlı
yürütülen bu operasyonlar sonucunda partimizin 6 milletvekili, 32 belediye
başkanı, yüzlerce il genel ve belediye meclis üyesi, binlerce il ve ilçe örgütü
yöneticisi cezaevine atıldı. 36 gazeteci ile 33 avukatın aynı gün içinde
gözaltına alınıp tutuklanmasıyla Türkiye, dünyadaki en geri demokrasiye sahip
ülkelerde bile görülmeyen bir uygulamaya imza attı. Yürütülen bu hukuk dışı
operasyonlar kapsamında ben de 1270 gün önce tutuklandım. Cezaevindeyken
milletvekili seçildim. O saatten sonra sadece bir birey olarak tutuklu değildim
artık. Yüz binlerin iradesini temsil eden ama bu iradeyi dört duvar arasında
tutarak gasp eden zihniyete karşı direnen halkın vekili olmanın onuruyla
mücadele etmeye devam ediyoruz.
Bizzat Başbakan ve bakanların emri ile yönetilen bu siyasi
soykırımın tek amacı AKP hükümetine karşı ülkede muhalefet yürüten Kürtleri
susturmak ve hizaya çekmekti. Halk iradesinin gasp edildiği, basının
susturulduğu, savunma hakkının engellendiği, binlerce muhalifin cezaevinde
olduğu Türkiye'de, Başbakan "yargıya talimat verdim, gereğini
yapacaklar" deme pervasızlığında bulunacak kadar ileri gitmişse,
demokrasi, sivil vesayetin “parlak kunduraları” altında çoktan ezilmiş
demektir.
Değerli Arkadaşlar…
Siyaseti, medyası ve
iktidarın sunduğu bütün güç olanakları ile Kürt siyasal hareketini tasfiye
etmek üzere odaklanan hükümet ve onun yandaşlarının “BDP neden reel siyaset
üretmiyor” şeklindeki eleştirileri bir akıl tutulmasından öte bir şey değildir.
Kürtlere değerleriniz ile ters düşün, çocuklarınıza “terörist deyiverin size
siyasette var olma imkânlarını tanıyalım” türündeki şantajvari politikalar
sorunu çözmekten ziyade derinleştirir. Yaşadığımız fecaatin ayırdına varmanın,
onu sona erdirmenin yegâne anahtarı vicdandır. Akıl, vicdan ve izan
penceresinden baktığımızda, Esad iktidarına karşı savaşan muhaliflere “özgürlük
savaşçısı” derken, benzeri durumdaki Kürtlere “terörist” diyemeyiz. Bu
topraklarda yaşayan her Kürdün kendini nasıl tarif ettiğini ve nasıl
hissettiğini anlamaya yanaşmayan her arayış, güneşi inkâr etmek kadar boş bir
çabadır. Dünyanın öte yanındaki herhangi bir Kürdün hak elde etme arayışını
engellemeye odaklanmış siyasi iktidarın yaptığı “Ayıptır, Günahtır ve Zulümdür.”
Cumhuriyetin kuruluşu ile ulus-devlet temelli zihniyet
çerçevesinde hazırlanan 1924 Anayasası’nda Kürtlerin inkâr ve asimilasyonu,
Kürt sorununu bugüne kadar getirdi. Kürtlerin varoluşsal haklarını zora dayalı
asimilasyon, inkâr ve imha siyasetiyle ortadan kaldırmak isteyen egemen
anlayışa karşı PKK’den önce de 28 defa isyan yaşandı. Bu kısır döngüden
kurtulmanın tek yolu Kürt halkının statüsünün tanınacağı ve siyasal, sosyal,
kültürel, hukuki ve ekonomik alandaki tüm ulusal haklarının güvence altına
alınacağı demokratik bir anayasa çerçevesinde çözülebilir. Bu sürecin sağlıklı
işleyebilmesi için de PKK lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit bir an evvel
kaldırılmalı ve tıkanan bu sürecin önünü açabilmesi için uygun müzakere
koşullarının yaratılması elzem hale gelmiştir.
Kürtler ile Türklerin birlikte yaşama istenci, iradesi ve
olanağının hızla dağıldığı, ayrıştığı ve ortak acıları yüklenmekten
uzaklaştığımız bu kritik süreçte 24. Dönem Meclisi tarihi bir misyon ile karşı
karşıyadır. Meclis, kangrenleşen Kürt
sorununu çözmek için 91 yıl önce 1921 Anayasası’nı hazırlayan Meclis’in ruhuyla
hareket etmesi gerekmektedir. Kürtler için muhtariyeti, bugünkü tanımı ile “demokratik
özerklik” hakkını tanıyan tarihi vesika niteliğindeki 1921 Anayasası’nın
güncellenmesi, Kürt sorununun çözümünde etkili olacaktır. Meclis, ya
birleştirici ve ayrıştırma unsuru olmayan 1921 Anayasası’nı esas alarak tarihe
altın harfler ile ismini yazdıracak ya da 1924 Anayasası’nın inkâr ve
asimilasyon ruhunun taşıyıcısı olarak büyük bir felaketin vebalini taşımaya
devam edecek.
Ama biz bu uğursuz tarihin tekerrürüne asla izin vermeyeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder